Akıllı Toplum ve Felsefe’nin İşlevi*

Prof. Dr. Şafak Ural – İstinye Üniversitesi Felsefe Bölüm Başkanı

Çok bilinen bir benzetmeyle, “teşhisin kolay olduğu yerde tedavi zordur, tedavinin kolay olduğu yerde ise teşhis zordur”. Sorun apaçık ortadadır, ama artık iş işten geçmiştir; problemin ne olduğu bellidir ve eğer çözülemiyorsa çıkarıp atılır ve yerine yenisi konulur.

Fakat söz konusu olan toplum ise, artık değiştirmek, atmak, ilaç vermek veya ameliyat etmek mümkün olmayacaktır.

Toplumun geleceği için, sosyoloji veya ekonomi gibi bilimleri kullanarak sorunları öngörmek ve önlemler almanın mümkün olacağı akla gelebilir. Fakat buradaki teşhis ve sağaltım süreci sınırlıdır, istenilen sonuçların elde edilmesi de elbette her zaman mümkün değildir. Daha da önemlisi sorun, insan ve toplum bilimlerinin sınırları içinde olmayabilir: çağı kapsayan, yani geçmişte geniş bir zaman dilimine yayılmış bir değişim ve bu değişimin getirdiği sorunlar söz konusu olabilir.

Tarih bize bazı değişimlerin çağları kapsadığını ve çok yönlü olarak, birbiriyle ilişki içinde birçok alanda gerçekleştiğini söylemektedir. Bu değişimlerin bir kısmının dayanağının o çağın teknolojisine bağlı olduğu görülmektedir: cilalı taş devri, maden devri, sanayi çağı, bilgisayar çağı, uzay çağı gibi kavramlar, uzun zaman dilimleri içinde gerçekleşen (teknolojik) değişimleri ifade etmektedir.

Öte yandan, çağları kapsayan değişimleri belirleyen etkenin her zaman ‘teknolojik aletler’ olmadığını, fikir veya düşüncelerin değişimin tetikleyicisi olduğunu da biliyoruz. Mitolojiler çağı, Ortaçağ, Aydınlanma Çağı, Yeniçağ, İdeolojiler Çağı, kapitalizm, komünizm, hümanizm gibi akımlar toplumlara yön vermiş, insanların
bakış, düşünce ve davranışlarını biçimlemiştir. Evet, teknoloji öncelikle sosyal ve ekonomik yapıyı biçimlemektedir; ne var ki tek bir insanın düşünceleri de bakış açısını ve yerine göre insanlığın kaderini değiştirebilmektedir. Bu değişim giderek hukuk, siyaset, sanat ve günlük yaşam tarzlarını da etkileyebilmektedir.

Dikkat edilirse fikirlerin sebep olduğu değişimin gerçekleşebilmesi için, öncelikle doğru bir teşhise, öngörüye ve yön verici etkisi olan çözümlere gerek vardır. Kestirmeden söylemek gerekirse felsefe, işte bu sürecin temel dayanağı ve çıkış noktası durumundadır. Nitekim toplumların ve bireylerin düşünce, hatta duygu dünyalarının
biçimlenme sürecinde, felsefenin doğrudan katkısını görmek hiç de zor değildir. Bu özellik, felsefenin 2500 yıllık bir süreç içinde hem spekülatif yönünün hem de günlük yaşam içinde varlığını sürdürebilmiş olmasının bir gerekçesi olarak da kabul edilebilir. Felsefenin biricikliği, onun spekülatif, eleştirel ve bütünü kavramaya yönelik olmasıyla yakından ilgilidir.

Felsefenin en bilinen özelliği, eleştirel yönüdür; fakat aslında daha da önemli tarafı, aynı soru ve sorun ile ilgili olarak farklı cevaplar vermesidir. Diğer bilgi sistemleri değişmeyen bir doğrunun, hakikatin veya ispatlanabilir olanın peşindedir. Sürekli sorgulaması ve kendi sistematiği içinde tutarlı cevaplar araması felsefenin bir
özelliğidir. Sorun; insanla, toplumla ve evrenle ilgili olabilir; verilen farklı cevaplar, tikelin bütünlük içindeki yerini ve tümelin tikeli nasıl belirlediğini, geniş bir zaman aralığı içinde olup biteni anlamaya yönelik olacaktır. Sonuçta ortaya konulan felsefi çözümler, toplumların ve bireylerin paradigmalarını belirler hale gelmektedir.

Günümüzün bir teknoloji çağı olduğu, akıllı telefonların, akıllı bilgisayarların, akıllı arabaların, akıllı robotların birlikte ‘akıllı toplum’u oluşturduğu, dolayısıyla da insanın -felsefe yapmak için aklını kullanmasına gerek olmadığı- akla gelebilir. Fakat asıl akla gelmesi gereken, akıllı cihazların toplumu hangi anlamda akıllı kıldığını sorgulamak olmalıdır.

Günümüzde sıkça merak edilen “robotlar, insanları köleleştirecek mi?” veya “insandan daha akıllı ve duygu sahibi robot yapılacak mı?” gibi soruların felsefi bir değeri olduğunu söyleyemeyeceğim. Bence asıl sorun, teknolojinin insanı, toplumu ve çevreyi değiştirmekte olmasıdır. Bu sürecin hiç de basit olmadığını; felsefeyi yardıma çağırmanın kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum.

Günümüzde teknolojik gelişim, herşeyi etkileyerek, biçimleyerek, yenileyerek ve yerine göre de yıkarak büyük bir hızla ilerlemektedir. Bu sürecin en önemli yönü bence toplumu ve insanı ama özellikle de çevreyi değiştirmesi ve yeniden biçimlemesidir. Teknoloji sayesinde, daha önce sadece hayal edilen olgular, günlük yaşamın bir parçası haline gelmiştir. İşte tam da bu noktada sadece felsefe devreye girebilir; çünkü değişen
insanı ve toplumu kavramanın, çevre ile olan ilişkisini bir bütünlük içinde anlamanın tek aracı felsefedir.

Uzay yolculukları, başka gezegenlerin kolonileştirilmesi, deri altına çip takılması, yapay organlar, ölümsüzlüğe doğru gidiş, mitolojilerde bile hayal edilemeyen varlıklar, üstün-insan (übermensch), süper adam (superman), veya insan ötesi (transhuman) gibi ‘canlılar’ bir zaman sonra sıradanlaşacaklardır. Bu değişim ve gelişim süreci, yeni bir ahlak anlayışını, yeni bir toplum yapısını, bozulan ve tahrip edilen bir çevreyi, en kötüsü de bütün bunları yapma yetkisini kendinde gören bir anlayışı, yani kısaca bir “akıllı toplum”u da muhtemelen beraberinde getirecektir. Bu süreci geri döndürmek mümkün görünmemektedir; dolayısıyla da gelecekte ortaya çıkabilecek düzeni şimdiden irdelemek ve yapılması gerekenler üzerinde düşünmek kaçınılmazdır.

Gelecekte yüzyüze geleceğimiz belki de en temel sorun, yepyeni ve tüm alışkanlıklarımıza aykırı bir ahlak anlayışının ortaya çıkmasıdır. Görünen o ki, akıllı şehirler ve burada yaşayan akıllı toplumlar(!) ile yarı robotlaşmış yapay insanların sahip olacakları hak ve sorumlulukları mevcut ahlak anlayışımızın sınırları içinde
tanımlayamayız, kavrayamayız ve çözümleyemeyiz. Geleneksel sorumluluk anlayışımız eskiden toplum öncelikliydi; fakat zamanla, özellikle becerilerinin ve maddi olanaklarının gelişmesi, kişilerin birey olarak varlık kazanmalarına olanak verdi. Bireyleşme, bireyselleşmeye evrildikçe yeni hak talepleri ortaya çıktı. “Birey
toplum içindir” yargısı giderek “toplum birey içindir” yargısına dönüştü. Dönüşüm son derece hızlıydı; bireylerin sorumlulukları tanımlanmadan, büyük bir güce ve yeni haklara sahip oldukları görüldü. Bireylerin artan ekonomik güçleri, siyasi nüfuzlarının da artmasına zemin hazırladı; sonuçta “toplum -ancak bazı- bireyler içindir”e doğru bir dönüşüm ufukta belirdi. Siyasetin topluma yön verici gücü gittikçe belirginleşti; bu
yetki, küreselleşmeyle birlikte daha da arttı. Ne var ki hak sahibi olmak sorumluluk sahibi olmayı beraberinde getirmedi.

Bireyler, ama özellikle bazı bireyler, sorumluluk alanlarını kendi çıkarlarına göre belirleme olanağına sahip oldular. Teknoloji; bireylere ve bu bireylerden oluşan güç sahibi toplumlara, çevreye üstünlük kurma ve onu istediği gibi kullanma hakkını küresel ölçekte kazandırdı. Bireylerin ve toplumların sahip oldukları olanakların
teknoloji eşliğinde gelişmesi, onları üstün ve ayrıcalıklı hale getirmiştir; bu durum, hukukun üstünlüğünün ciddi bir şekilde görmemezlikten gelinmesiyle sonuçlanmış gibi durmaktadır. Hukukun üstünlüğünün yara alması, bedelin, insanlık ve doğa tarafından ödenmesiyle sonuçlanacak gibi görünüyor. Küreselleşme, gücün
küreselleşmesine dönüşmektedir; sonuçta da sanırım yeni bir ahlak anlayışı tanımlamak kaçınılmaz olacaktır.

Bu süreci “güvenlik” kavramı açısından ele almak sorunun can alıcı özelliğini ortaya koyabilmemizi kolaylaştıracaktır. Birey-toplum ilişkisinde belirleyici bileşeni güvenlik üzerinden okumak, “birey toplum içindir” veya “toplum birey içindir” şeklindeki ilkeyi de “çevrenin güvenliği bireyden ve toplumdan önce gelir” şeklinde yorumlamak gerekecektir.

Teknolojik olanakların sağladığı güç, “akıllı” toplumları, o da “güç sahibi” bireyleri doğurmuş durumdadır; bu da ister istemez, “toplum ve çevre (güç sahibi) bireyler içindir” şeklinde bir ilkenin dayatılmasıyla sonuçlanacaktır. Güçlü bireylerin ve akıllı toplumların sahip olacakları ayrıcalık giderek çevreye daha çok hakim olmayı gerektirecektir. Açıktır ki geleneksel “ahlak” kavramı böyle bir sürece yabancıdır. Çevre, geleneksel kültür açısından elbette bir değer taşımaktadır; fakat sorun, “akıllı toplum”ların, ekonomik ve siyasi gücü elinde bulunduran bireylerin sahip oldukları olanaklardır. Bu durum, çevrenin ve insanlığın korunmasında, güvenliğinin sağlanmasında, eski hukukun yetersiz ve devre dışı kalmasını gerektirecektir. Sonuçta güçlü birey ve toplumların çıkarlarının hukuku hiçe sayması hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.

Çevrenin hızla kirlenmesi, çevre hukuku konusunda yeni uzlaşımlara şiddetle ihtiyaç göstermektedir. Çevre sorunun artık, birey ile toplumun ve aralarındaki ilişkinin dışında, yeni bir sorumluluk ve güvenlik alanı olarak tanımlanması kaçınılmazdır. “Akıllı toplum”, kişisel çıkarlarını herşeyin üstünde tutan bireylerin fideliği haline
gelebilir. Yeni insan modelini belirleme amacındaki girişimler¹ sadece hakları değil sorumlulukları da tanımlamaya yönelmiş olabilir; fakat ezilen doğa sessizdir! Ezilen doğa elbette kendini zaman zaman hatırlatmaktadır. Ama bu süreç, ne yazık ki, henüz yeteri kadar “akıllı olamamış” toplumlar üzerinden gerçekleşmektedir.

İnsan geleceğe güvenle bakmak isteyen ve bunun koşullarını oluşturabilen bir canlıdır; sahip olduğu toplumsal ahlaki değerler ve bireysel moral kabuller ona canlılar dünyası içinde bazı ayrıcalıklar kazandırmaktadır. Rahat ve güvenli yaşamak isteyen insan, teknolojik olanaklarını bu değerlerle ilişkilendirilmesinde ne yazık ki istekli
davranmamaktadır. Teknoloji, sağlıklı ve güvenli yaşamın vazgeçilmez bir parçasıdır; ama teknoloji, insanlığın kendisini bir anda ortadan kaldıracak olanakları da içinde barındırmaktadır. Gelişmelerin bedeli, savaşlar, çevre kirliliği ve doğanın geri dönülemez şekilde tahrip edilmesidir. Gözle görülmeyen, bu yüzden de teşhisi zor ama
şimdilik tedavisi kolay olan sorun, ortaya çıkmakta olan yeni insan modelidir.

İnsanlık tarih boyunca mitolojileri, efsaneleri, hikayeleri ahlaki değerlerin taşıyıcısı olarak kullanmış; onlar aracılığıyla toplumu ve insan davranışlarını ama aynı zamanda düşüncelerini ve bakış açısını da formatlamıştır. Bu durum bir yönüyle, geleceğin, sebep-sonuç ilişkisi çerçevesinde belirleme ve güvence altına alma istediğinin de bir ifadesidir. Kader ve irade paradoksu, bir anlamda bu yolla anlamlı kılınmak istenmiştir. Ahlaki değerler, bireysel hataların yol açabileceği sonuçların bir tür öngörü listesidir. İlginçtir, hata bireyseldir; ama ceza toplumun ödemesi gereken bir faturadır. Çünkü mitolojiler, efsaneler vs aracılığıyla bireylerin sorumlulukları toplum üzerinden kader olarak tanımlanmıştır. Nitekim doğal afetler, hem bireysel hem de toplumsal faturanın
bedeli olarak görülür.

Teknoloji; birey ve toplum ilişkisinde yeni ve yabancısı olduğumuz bir senaryonun yazılmasını talep etmektedir. Bu senaryonun baş rol oyuncusu çevredir. Felsefe olmadan teknolojiyi ahlaki değerlerle ilişkilendirmek ve bu başrol oyuncunu farkına varmak sanırım mümkün olmayacaktır. Bireylerin ve toplumların güvenlik sorunları her ikisinin arasındaki moral değerler üzerinden okunagelmiştir; fakat bireylerin ve
toplumların güvenliği artık günümüzde teknolojiye emanet edilmiştir. Teknoloji, bireylere ve ‘akıllı’ toplumlara sağladığı olanakları, çevreye fatura etmektedir. Eskiden toplum bireyi dışlardı; teknolojik olanaklar bireyi toplumu görmemezlikten gelmesine olanak verdi. Son aşamada birey çevreyi de umursamamaya yöneldi. Çevre,
sessizdir; ama sessizce o da faturayı insanlığa ödetmek zorundadır.

Yeni insan modelini çok yönlü değerlendirmek, çağımızı anlamak için kaçınılmazdır. Bu uzun, karmaşık ve yorucu işe girişmeyeceğim; günümüz insanını anlamak için ipucu olarak mantık ile ilgili çalışmaları kullanacağım.

Aristoteles, mantık çalışmalarına “alet” (“organon“) adını vermiştir. Bu alandaki çalışmalar, 19 yy.la kadar da değişmeden gelmiştir. Öte yandan mantık, her büyük kültürde en üst düzeyde itibar görmüştür; çünkü mantık, günlük yaşamdan teolojiye ve bilimsel çalışmalara kadar uzanan alanda bir alet olarak kullanılmak durumundadır. Fakat artık elimizde tek bir mantık bulunmamaktadır. Bu şu demektir: eğer elimizdeki aracı değiştirirsek, vereceğimiz kararlar ve yapılacak çıkarımlar da değişecektir; bu durum, doğruluğundan -mantıkça- emin olunabilecek yargılardan sözetmeyi imkansız hale getirmektedir.

Aristoteles’in mantık çalışmalarının temelinde “aklın üç yasası”nın bulunduğu kabul edilirdi: bunlar “özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncü halin imkansızlığı” şekline ifade edilirdi. Fakat günümüzde bu “üç yasayı” ( daha doğrusu “ilkeyi”) kullanmadan farklı mantık sistemleri inşa etmek artık mümkündür.

Bunun anlamı şudur: çok temel bazı sorunlarla ilgili geleneksel tartışmalar, dayanaktan yoksun hale gelmişlerdir. Nitekim akıl ve inanç konusunda asırlarca süren tartışmalar karşısında “hangi akıl?” sorusu, tüm geleneksel tartışmaları bir anda gereksiz hale getirmektedir. Çünkü artık “akıl” ve “akıl yasaları” gibi kavramlar, eski ortak içeriklerini yitirmişlerdir.

“Çok-değerli mantık”, “puslu mantık” (“fuzzy logic”), “tutarlılık ötesi mantık” (“paraconsistent logic”) günümüz mantık anlayışını yansıtan birkaç örnektir. Dolayısıyla tek bir mantıktan, tek bir düşünce yasasından söz etmek artık mümkün görünmemektedir.

Sonuçta günümüz insanının gözünde ‘doğru’, ‘hakikat’, ‘gerçek’ gibi çok temel kavramların bilinen içeriklerinden yoksun hale gelmektedür. “Doğruluk ötesi” (“post-truth”) kavramı, günümüz insanın yaşam biçiminin simgesi durumundadır. “Mutlak doğru” kavramının peşinden koşmanın, fanatizme ve hoşgörüden yoksun davranışlara kolayca sebep olduğunu çok açık şekilde görüyoruz. Öte yandan “doğru” kavramının
belirsiz bir zemin üzerinde inşasının da bireysel çıkarlara kolayca olanak verebileceği de ortadadır. “Hakikat veya doğru” kavramlarının geleneksel tanımı, dayanağını teknolojik olanaklardan alan ben-merkezli ( ego-centric) ve bir bakıma çıkarcı özellikte “doğruluk ötesi gerçek” anlayışına yerini bırakmış durumdadır.

“Akıllı toplum”da bireyler, teknolojinin sağladığı olanaklarla rahat yaşamaya alışmış durumdadır; bunun sonucunda doğal olarak çıkarlarını herşeyin üstünde tutmak, alışkanlıklarını ne pahasına olursa olsun sürdürmek istemekte, bu amaç uğruna çevreyi (çok sevmekte ama) hiçe saymaktadır. Akıllı toplum, haklı haksız ayrımı yapmadan güçlünün güçsüzü ezebilmesine yasallık kazandırma gibi bir açılıma izin verme potansiyeline de sahiptir. “Doğruluk ötesi”, öyle görünüyor ki, bu olanağı kavramsal olarak sağlamaya adaydır. Dolayısıyla “akıllı toplumlarda felsefenin işlevini gözardı edip yeni bir ahlak anlayışından sözetmek mümkün görünmemektedir.

Teknolojik olanaklara sahip olan ve bunun ayrıcalığını yaşayan toplumlardaki bireyler için geleneksel “bir anlamı olmak” kavramının içeriği boşaltılmıştır. Anlam aramak çabası, değerini yitirmiş görünmektedir. “Anlamlı olmak” artık bireyin kendisi için, kendi işine gelen için sözkonusudur. Her çağ gibi bu 21. yy da kendi ‘mantığı’nı ve felsefesini hızla oluşturmaktadır. Olan ile olması gereken arasında her zaman olduğu gibi bir çatışma elbette yaşanacaktır. Teknolojik olanaklarla sahip toplumların ve bireylerin, diğer toplumlara kendi ‘anlam’larını dikte etmeleri bir hak olarak görülmektedir.

Teknolojinin sağladığı olanakların sadece günlük yaşamda değil, sağlıkta, askeri alanlarda, eğlence ve güvenli yaşamda, uzaya gitmekten uzun yıllar yaşama olanağına sahip olmaya kadar çok geniş alanda sorumsuzca kullanılması, ‘hep haklı olmanın’ örtük gerekçesi durumundadır. Teknoloji sayesinde ulaşılan çok uzun yaşamak, başka gezegenlere gidebilmek gibi olanaklar, bilim-kurgunun gerçekleşmekte olan yüzüdür. Bu olanaklardır ki “hak, hakikat, doğruluk ve adalet” gibi kavramlara “ben-merkezli yeni anlamlar dikte edebilmek” hakkını kendinde gören “üstün insan”ların ve “güçlü toplum”ların oluşmasına zemin hazırlamaktadır Bir benzetmeyle, yeni “Nuh’un gemisi” teknoloji ile donatılacaktır; ama ne yazık ki herkes alınmayacaktır.

Bilişim sorunlarının tıp ile ilgi içinde tartışıldığı bu kongrenin bakış açısının ileri görüşlülüğü son derece dikkat çekicidir. Bu sebeple toplantıyı düzenleyen başta Prof. Dr. Nilgün Bozbuğa ve Prof. Dr. Sevinç Gülseçen’e ve ekibine şükranlarımı sunuyorum. Felsefenin çok yönlü işlevini akademik düzeyde yeniden tanımlanması
kaçınılmazdır. Bütün üniversitelerimizin bu disiplini yeni bir gözle yorumlayıp bünyelerinde yer vermesi de büyük öneme sahiptir. Felsefenin tarih boyunca elde ettiği birikimden yararlanmadan ne kendi toplumumuzun ne de 21yy insanının sorunlarını tespit etmek ve dolayısıyla çözüm üretmek kanaatimce mümkün olabilir.

 

¹ https://humanityplus.org/transhumanism/transhumanist-declaration/

 

 * Bu yazı, 30 Eylül – 1 Ekim 2021 tarihleri arasında İstanbul Üni.de yapılan II. TIPTA BİLİŞİM
KONGRESİ “Dijital Sağlık ve Tıpta Yapay Zekâ Uygulamaları” başlıklı panelde yapılan konuşmanın
kısaltılmış halidir.